Dikkat: Cankurtaran Feneri’nin dibinde bir hastane var

Dikkat: Cankurtaran Feneri’nin dibinde bir hastane var

İstanbul – Metin Gülbay
Sirkeci’den çıkın yola. Tabii trenle. Sağa değil sürekli sola bakın. İlk istasyon Cankurtaran’dır. Ama oraya bile gelmeden demiryolunun hemen üstünde demir parmaklıklı pencereleri tuğlalar örülmüş ve kenarında başlayan duvarın “Bir süre” devam ettiği bir yapı görürsünüz. Bu görüntü oranın bir hapishane ya da ona benzer bir yer olduğunu çağrıştırabilir. Ama eğer yolunuz sahilden geçerse hemen Cankurtaran Deniz Feneri’nin dibinde surların ortasında bir kapıdan girip çıkıldığına ve çevrenin yeşil olduğuna tanık olursunuz. Üzerinde “İstanbul Deri ve Tenasül Hastalıkları Hastanesi” yazılı bu kapıdan girdiğinizde tam karşınızdaki yapı hani o demiryolu tarafından görünüşü demir parmaklıklı pencereleri tuğla ile örülmüş yapıdır. 


Solda ise başhekimin de içinde bulunduğu laboratuvar ve idari kısımların yer aldığı uzunca bir yapı göze çarpar. Demiryoluna komşu olan bu taraf ile bu uzunca binanın önü yemyeşil bir parktır. 
Adından anladınız değil mi bu hastanenin ne il iştigal ettiğini. Deri, bildiğiniz deri, tenasül ise nesl’den geliyor. Nesil yetiştirecek üreme anlamını taşıyor. “Âlatı tenasül”, örneğin, üreme organı demek. Başhekimlik ne tür hastalıklarla uğraşılıyor bu hastanede sorumuzu “Cinsel ilişkilerle geçen hastalıkların teşhis ve tedavisi ile iştigal ediliyor” biçiminde yanıtladı. 


Binalar Topkapı Sarayı’nın müştemilatı olarak yapılmış. İlkin 1908 yılında Kuledibinde, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı olarak kurulan hastane 1918 yılında Hasköy’e nakledilmiş.
Hastanenin bugünkü yerine taşınması 1930 yılında gerçekleşmiş ve adı da “Zührevi Hastalıklar Kadın Hastanesi” olmuş. Bu tarihten itibaren 52 yıl süreyle belediyeye bağlı olarak görev yapmış. Bu arada adı “İstanbul Cilt ve Zührevi Hastalıklar Hastanesi” olarak değiştirilmiş. 1982 yılında ise Belediye ile Sağlık Bakanlığı arasında yapılan bir anlaşma ile hastane 10 yıl süreyle Sağlık Bakanlığı’na devredilmiş. Devredilme gerekçeleri arasında belediyenin o yıllarda hastanenin mali yükünden kurtulma amacının da varolduğundan bahsediliyor. Eski yılları anımsayan tanıklar o yıllarda hastanenin içinin derbeder bir görüntüde, yolların çamur ve binaların “Allah’a emanet edilmiş” bir durumda olduğundan bahsediyor. Bugün bu tür sorunlar yok. Üstelik binaların bir anlamda “Reforme” edilmesi de gündemde şu sıralar. Yani onarım yapılacak. Hastanenin bir kısmında belediyenin, diğer kısmında ise Sağlık Bakanlığı’nın etkinlik gösterdiğinden söz etmek gerek geçerken. Yani sıradan vatandaşlar cilt veya cinsel hastalıklarını tedavi ettirmek için buraya geliyor. 


Hastanenin hastalarına gelince. Başhekimliğin yanıtlarına göre “Hastaların yüzde 99’u Emniyet Müdürlüğü Ahlak Zabıtası Kısım Amirliği’nce getirilen ve geçimlerini gizli fuhuşla temin eden hayat kadınlarından” oluşuyor. 
Hastanenin laboratuvarı V.D.R.L ve T.P.H.A serolojik testlerini yapıyor. Bu hastanenin en önemli özelliği ise İstanbul’un herhangi bir hastanesinde yapılan AIDS testlerinin teyit edildiği tek yer olması. Hastane çalışmalarını tarama yöntemi ile gerçekleştiriyor. Yıllık tarama kapasitesi 4 bin muayene ve 7 bin civarında tahlilden oluşuyor. 
Bunlar güzel bilgiler ve insanın yüreğini ferahlatıyor. Peki girişte aktardığımız tuğlayla örülmüş demir parmaklıklı pencereler neyin nesi? İşte madalyonun öbür yüzü bu soruyla başlıyor. Efendim, buraya zorla getirilenler arasında hap tutkunları, diğer bağımlılar falan var. Anlayacağınız sıradan hasta değil bunlar. Tabii hayat kadını denilen o güzelim insanlar da buranın ayda bir ziyaretçisi oluyor. Bunlara son zamanlarda ithal hayat kadınlarını da katmak gerekiyor ki şu aralar sayı bakımından bizimkilere fark atıyorlar neredeyse. Eh tümünü bir arada düşünürseniz burada yaşanan dünyanın ne kadar “renkli olduğuna ilişkin olarak biraz tahminde bulunabilirsiniz. Görevliler bağımlılar haricinde diğer ziyaretçilerle hiçbir sorunları olmadığını belirtiyorlar. Ama o bağımlılar yok mu? Yeni badana edilmiş duvarları anında çizmeye başlayanını mı ararsınız, tuvaletler yerine ortalık yeri kullananını mı, elindeki sopayla floresanları birer birer kıranları mı? 


Arka pencerelerin örülmesinin nedenini de öğreniyoruz bu arada. Pencereler askeri birliğin bulunduğu yerleşim merkezine bakıyor. Bu pencereler tanıkların anlattıklarına göre neler görmüş neler? Askerliğini yapan 19-20 yaşlarındaki gençler demiryolunun bir yanında, hayat kadınları, ilaç bağımlıları hastanede. Yani ateş barutun karşısında. Gençler tabii ki boş durmuyor. Laf atmalar değil sorun olan. 
Pencereden fiziki yakınlaşmalar olduğundan bile söz ediliyor bir zamanlar. Pencere aracılığıyla dışarıdan uyuşturucu veya hap almayı önlemek için pencereler örülüyor tuğla ile. Eskiden demiryoluna hemzemin olan bahçe de ziyaretçileri meraklı ve yakından ilgili genç erkeklerden korumak için duvar ile çevrilmiş. Şimdi kadınlar daha rahat. Bahçedeki banklarda oturan “ithal hayat kadınları”, şarkılarla türkülerle sıralarını bekliyor. 


Yerliler ise hastaneden dağıtılan ve kendilerini AIDS’ten nasıl koruyacaklarını bildiren kartvizit biçimindeki uyarıcı ilanlardan hoşnutlar. Yapılan hizmetin kendi yararları için olduğunu biliyorlar. 
Cankurtaran Feneri’nin hemen dibinde bir hastane var: Deri ve Tenasül Hastalıkları Hastanesi. Artık trenle ya da otobüsle bir yerlere giderken etrafıma daha dikkatli bakıyorum. İstanbul’da neler var neler. 

Benzer Yazılar

Dilin özgürleşmesi

Okumalıklar 2 ay önce

RAGIP ZARAKOLU- Özgür Gündem 1492 insanlık tarihinde bir dönüm noktası. Büyük keşfin, yeni dünyanın zapt edilmesinin, tarihteki en sürekli yağma, talan ve zulmün başlangıç yılı. İspanyol fatihlerinin torunları keşif efsanesinin 500’üncü yılını gösterişli bir biçimde kutlamaya hazırlanırken, kıtanın eski sahipleri ve daha sonraki kölelerinin torunları ise sömürgeciliğin, soykırım ve zulmün 500. yılını protesto etmeğe hazırlanıyorlar. Canlı tartışmalar sırasında sömürgeciliğin tarihi ve kapsamı da gündeme geliyor. Birçok toplumun sömürgecilik olgusunu farklı zaman boyutlarında, farklı biçimlerde ve kimisinde geç bir dönemde yaşadığına işaret ediliyor. Sömürgecilik kavramı aslında Türkçe’de yanlış bicinde “sömürmek” kavramından türetildiği için, abes ve aptalca tartışmalara da yol açıyor. “Kim kimi sömürüyor?” ya da “Kim kimin sömürgesi?” veya “Kürdistan sömürge olabilir mi?”  türünden sorularla abesle iştigal olunuyor. Bir devletin uyruklarını başka bir ulusun yaşadığı topraklarda iskan etmesi, yönetimi ele alması, halkını köleleştirmesi, her türlü zenginliklerini yağmalaması ve kendi doğal evrimini engellemesi olgusunu, batıda kullanılan “kolonyalizm” kavramı ya da bunun Osmanlıcası […]

Küstah Ermeniler Küstah Bulgarlar

Okumalıklar 2 ay önce

MUSA ANTER- Özgür Gündem Basınımızda sık sık rastlanır bu tabirlere, “Küstah Ermeniler” “Küstah Bulgarlar” “Küstah Ermeniler ne yapmış biliyor musunuz?” Karabağ’da birçok Türk köyünün adını Ermeniceye çevirmişler. “Küstah” ve “Kaba Bulgarlar” da Bulgaristan’da aynı şeyi yapmışlar. Peki saygıdeğer Türkler doğu ve güneydoğuda ne yapmışlar? Yahu değil Kürt köylerinin adını Türkçeye çevirmek, Kürtlerin kendi baba adlarını çocuklarına takmasını yasak etmişler. Yalan mı? Parti başkanlarımız Tahmin ediyorum başka hiçbir ülkede parti başkanları bizimkiler gibi doğru konuşmaz.  ANAP lideri Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel için “üvey baba” sonra da “sahte baba” diyor. DYP lideri Süleyman Demirel de Mesut Yılmaz için “huysuz evlat” diyor. Peki yalan mı? Ecevit Apocu olmuş Sayın Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral duymasın. Korkarım Ecevit’i de 22 Kürt kökenli milletvekiline katarak idamını isteyecektir. Bakın, 24 Mayıs 1992’de Ecevit Van’da ne diyor? “Ben Kürt kimliğini inkar etmiyorum. Herkesin karşı olduğu bir dönemde ben Kürt sözcüğünü de Kürt vatandaşlarımızın kimliğini de kültürünü de […]

Gündem’de biz varız artık!

Okumalıklar 2 ay önce

Özgür Gündem Bizler dört bir yana dağılmıştık. İnanın hiç umudumuz yoktu. Neden mi? Köşe başlarını tutmuş gazetelerden. Sevgili Metin Münir’in dediği gibi devletin beşinci kolu haline gelmiş basın organlarından. Büyük, küçük savalar vermiş ama en güçlü en iyimser en dirençli olan arkadaşlarımızın bile “artık bizim gibi adamlar bu ortamda ve bu dönemde varolmazlar.” dediklerine tanık olmuştuk. Hep o bilinen ve korkulan olmuştu yine: Kötü gazetecilik iyi gazeteciliği kovmuştu. Özü erkinde olması gereken gazeteci, holding gazetelerinin birer maaşlı elemanı olmuştu. Doğru bildiğini yazmaktan şaşmayan o insan, bugün geçim korkusunun yılgı bekçisi olmuştu. İşte ortam buydu, devran böyleydi ki bizim gibi insanlardan bir haber aldık: “Bırakın kara kara düşünmeyi de hemen atlayıp gelin. Yeni bir gazete çıkartıyoruz. Adam gibi bir gazete. Çabuk olun.” Biz gazeteciler çocuk gibiyizdir. Hele düşüncelerimizin doğruluğuna sıkıca inanmışsak, iç sevinçlerimizi korumasını iyi bilmişsek hemen doğrulur başımız. İşte tam öyle oldu. İçimizdeki cevahir daha kararmamıştı, karartamamışlardı. Bir koşu Özgür Gündem’in çıkartılacağı binaya geldik. Semt Kadırga’ydı. […]

0 Yorum

Yorum Yaz

Rastgele